h. nazan ışık—
12 October 2014—
Film Society of Lincoln Center’in düzenlediği New York Film Festivali çeşitli dallarda bu seneki Oscar’a aday olabilecek filmlerle dolu.
Film Society of Lincoln Center
Miles Teller (solda) ve J.K. Simmons Damien Chazelle’in filmi Whiplash‘den bir sahnede.
Festivalin kapanış filmi Birdman or The Unexpected Virtue of Ignorance, çekimi ile en iddialı film. Yönetmen Alejandro G. Iñárritu ve görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki çok uzun çekimlerle sanki film tek bir çekimle yapılmış hissini veren bir tarzda çalışmışlar. Konuştuğum bazı kişilerin sıkıcı ve yorucu bulduğu bu tarz bence festivaldeki en sürükleyici ve en iddialı çekim tarzı. Komedi, drama, kara mizah birbirine geçmiş örgü gibi. Filmi bir kategöriye sokmak zor. Oyuncular, özellikle Michael Keaton ve Edward Norton harika. Ödüller döneminde adından kesinlikle duyacağımız bir film. Eskiden aksiyon film kahramanı ‘birdman’ olarak meşhur olan Riggan Thomson (Michael Keaton) şimdi kendi yazdığı/yönettiği /oynadığı bir tiyatro eserini sahneye koyma cabaları içindedir. Biryerde kendini tekrar ispatlamak çabası dır bu. Kızı (Emma Stone), prodüktörü (Zach Galifianalis) , kız arkadaşı, oyunculardan bazıları (Edward Norton) ve en önemlisi kendisini birzamanlar meşhur eden aksiyon karakteri, ki aynı zamanda kendi egosu, Birdman o’na karşıdır. Sanki Riggan akıntıya karşı kürek çekmektedir. Ama devam eder kürek çekmeğe. Takii….
Whiplash iki iddialı insanın hikayesi: Önemli bir muzik akademisinde jaz davulcusu olmak için okuyan Andrew (Miles Teller) ile müzisyen ve ögretmen Fletcher (J.K. Simmons) mükemmellik adına acımasız ilişkilerinin hikayesi. Ve filmde ikiside mükemmel bir oyun verir. Konu bir yerde yönetmen Damien Chazelle’in kendi hatıralarına dayanan bir hikaye imiş.
Foxcatcher festivaldeki biyografi kapsamındaki öbür film. Bu kez güreşi seven zengin John E. du Pond’un (Steve Carell) Olimpiyat altın medal sahibi iki güreşci kardeş Mark Schultz (Channing Tatum) ve ağabeyi Dave’in (Mark Ruffalo) ilişkisini anlatır. Steve Carell makyajla inanılmaz derecede değişen Steve Carell, annesinden (Vanessa Redgrave) çekinen, pek sevilmeyen çok zengin John E. du Pond’u canlandırır. Güreşi çok seven du Pond, Dünya Güreş Şampiyonluğunda ve Olimpiyat’larda yarışmak için “Foxcather Takımı” ni kurmak amacıyla iki kardeşi yanına alır. Ama evdeki hesap çarşıya uymaz ve sağlık açıdan son derece dengeli olmayan du Pond’la ilişkiler beklenmedik şekilde değişir.
Clouds of Sils Maria’da Juliette Binoche yaşlanmakta olan bir oyuncuyu Kristen Stewart ise o’nun kişisel asistanını oynadığı film yeni gelen genç bir oyuncunun yükselmek çabalarını sergiler. Her nedense bana “All About Eve” filmini hatırlattı.
Eugene Green’in filmi La Sapienza Festivalin yabancı dildeki filmleri arasında en güzellerinden biriydi. Birbirlerine son derece saygılı ama sanki aralarında buz dağı var gibi. mutsuz, daha doğrusu aralarında pek iletişim olmayan bir çiftin Italya’ya yaptıkları bir iş gezisi sırasında kendi sorunlarını çözüp, ıç huzura kavuşup tekrar komünikasyon kurmayı başarmalarını sergiler. Mimar Alexandre Schmidt (Fabrizio Rongione) Baroque mimar Francesco Borromini hakkında araştırma yapmak üzere sosyal bilimci karısı Aliénor (Christelle Prot Landman) ile Italya’ya gelirler. Orada genç iki kardeş ile tanışırlar. Mimar olmak isteyen Goffredo (Ludovico Succio) Alexandre ile binaları gezerken, kız kardeşi Lavinia (Arianna Nastro) Aliénor ile kalır. Iki kardeş ilaç gibi karı kocanın tekrar iletişim kurmalarına aracı olurlar. Sadece filmin çekimi değil karı kocanin yüzlerinin bir çiçeğin açılışı gibi değişmesi çok güzel verilmiş.
Timbuktu kesinlikle en iyi filmlerden birisi. Abderrahmane Sissaco çok az diyalog, harika cinematografi, kulakta kalan müziği ile Mali’deki Timbuktu şehrinin dindar cıhatcılar tarafından işgal edildikten sonra huzurlu, müzik seven halkının karşılaştığı zorlukları anlatır. Müzik calmanın, dinlemenin yasaklanması, kadınların pazarda sebze satıyor bile olsa devamlı eldiven giymeleri istenmesi, taşlanarak öldürülmek gibi kuralların getirilmasi sadece bu zorluklara birkaç örnek.
Saint Laurent filmin adından biyografi filmi, belkide kronolojic bir film geliyor akla. Bu film kesinlikle kronolojic değil, ve hatta geleneksel anlamda biyografi filmi bile değil. Modacının hayatını, moda dünyasına girişini, yükselişini, kendini kabul ettirmesini değil, yönetmen Bertrand Bonello’nun gözünden, kendi yorumuyla 1967-1977 yılları arasında Yves Saint Laurent’ın (Gaspard Ullie) hayatını, tutkularını, endişelerini, ilişkilerini, yalnızlığını zaman içinde ileri-geri–ileri-geri atlayarak görüruz. Bu ileri-geri atlayışlar bazı zamanlar yorucu, ama filmin bütünü içinde tempoya enerji katıyor.
The Blue Room (La chambre bleue) Film Society of Lincoln Center’a aktör olarak hem NYFF hem de Rendez-Vous with French Cinema festivallerindeki filmleri ile hiç yabancı olmayan Mathieu Amalric’in bir filmi. Bu kez yönetmen/aktör olarak katılıyor festivale. Bir adam (Amalric) ve bir kadın (Stéphanie Cléau)bir otelde mavi odada buluşurlar. Zina, cinayet ve muziplik hepsi bir arada.
Festival Gone Girl filmiyle açılmıştı. Daha önce de bahsettiğim gibi festivali açmak için iyi bir seçenekti: yönetmeni David Fincher, oyuncular Ben Afflect, Neil Patrick Harris, Tyler Perry ödüller almış ve sinema salonunu doldurabilecek kadar tanınıyorlar. Ve film aynı gece Lincoln çenter Film Society’nin değişik tiyarro salonlarında 8 kere gösteridi. Benim zevkime göre, festivaldeki en iyi film değildi.
© h. nazan ışık