h. nazan ışık—
18 November 2015—
“Olurmu olmazmı? Yani öyle birşey yok!. Yani biz Türkiye’de 77 milyon nüfüsuz ve hiçbirimiz birebir aynı değiliz!” dedi Deniz Gamze Erğüven “Mustang” filminin açılış sahnesi ile ilgili bir soruma.
Deniz Gamze Ergüven ile New York’ta filminin tanıtımını yapan, basınla iletişimi sağlayan firmanın ofisinde öğlenden sonra buluştuk. Benden önce biri vardı görüşme yapan, ve benden sonra görüşecek biri de sıradaydı….
Içeri girdim.
Deniz Gamze Ergüven: “Hi, I am Deniz” zarif bir tebessümle elini uzattı. Biraz yorgun görünüyordu.
Ben: “ Merhaba, ben Nazan.” dedim.
DGE daha büyük bir tebessümle: “Türkçe mi Ingilizce mi?” diye sordu.
Ve Türkçe devam ettik.
© h. nazan ışık
HNI: Mustang Cannes Film Festivali dahil birçok festivalde ödüller aldı, ve şimdi Fransa’nın “yabancı dilde film” Oscar adayı olarak sunuldu. Herşeyden önce tebrikler!
Bu ilk filminiz değil mi? Neden bu konu?
DGE: Evet ilk filmim. Türkiye’de kadın olmanın ne olduğunu anlatmak istedim.
HNI: Siz şimdi Fransa’da yaşıyorsunuz , Türkiye’de ne kadar yaşadınız?
DGE: Türkiye’de aslında az yaşadım. Ankara doğumluyum. 6 aylıkken Fransa’ya taşındık. Babam dışişlerinde görevli idi. 9 sene kaldık orada. Sonra tekrar Ankara’ya geldik. Birkaç sene çocukluğum orada geçti. Sonra tekrar Paris’e geldik.
Ama Türkiye’den hiçbir zaman kopmadık. Kardeşler Paris’te iken ailenin gerisi Türkiye’de idi, ne olursa olsun, ailede bir şey olsun, ülkede birşey olsun, her fırsatta atlayıp gidiyoruz.
Ve aile hikayeleri oldukça Türk!
HNI: Hiç Türkiye’de okudunuz mu?
DGE: Yok, Türkiye’de hiç okumadım.
HNI: Siz Mustang filminizi Fransız Alice Winocour ile beraber yazdınız. O ne kadar biliyor Türkiye’yi?
DGE: O Türkiye’yi hiç bilmiyor, ama Alice’nin filme katkısı ham madde değil. Yani ayrıca yazmağı da ben yapıyordum. Filmin temeli, yani filmin hikayeleri herşeyi benden. Ama onun katkısı, işte karakterlerin içinde yaptıklarını düşlemek, ipleri çekmekdi. ya da meselâ ben çok saf bir enerji ile yazıyordum, -delik kazar gibi, çukur kazar gibi-, bazan böyle çok ince olmuyordu, kaba inşaat gibi birşey yazıyordum. Alice bazan “ Burada taş kalmış, orayı daha fazla kaz” diyordu. Yada hani Ece’nin kurabiye yemesi sahnesinde …ıhh ..o sahne ile ilgili çok fazla bilgi vermek istemiyorum ama, görüntüsel açıdan küçük imajlar verirdi, ben onları kullanırdım.
HNI: Film, anne ve babalarını kaybettikten sonra Karadeniz kıyısında bir kasabada babaanneleri ve amcaları ile yaşayan beş kızkardeşin hikayeleri, ve onların gözünden olayların aktarılması. Filmin başında, okuldan sonra beş kızkardeş erkek arkadaşları ile deniz kenarına giderler. Sonra hepsini okul üniformalarıyla, kızlar oğlanların omuzlarında denizde deve güreşi yaparken görürüz. Ve beyaz bluzları üstlerine yapışmış olarak hala denizde birbirlerine su atarlar. Bu seksi bir sahne değil mi?
DGE: Hayır! Bu benim için hiç seksi değildi. Sizin gözünüzde öyle.
HNI: Türkiye’de geleneneklere önem veren küçük biy köyde gençlerin önlükleriyle denizde böyle oynamaları normal mi bu günlerde? Böyle bir sahne görebilir miyiz, olur mu?
DGE: Olur mu, olmaz mı? Öğle birşey yok!! Yani biz Türkiye’de 77 milyon nüfüsuz ve hiçbirimiz birebir aynı değiliz. Meselâ bu kızların anneleri babaları ölmüş –bu arka bilgi, oyuncularla konuştuğum birşey. Yani bizim bildiğimiz şey: Bu kızlar bu kadar trajedi yaşadıktan sonra muhtemelen sokaklarda, diğer çocuklar evlere çağırıldıkları zaman, geç saate kadar hür bir şekilde sokakta oynama hakkı tanınmış çocuklar..
HNI: Anne baba nerede yaşamışlar, ne zaman, nasıl ölmüşler?
DGE: Onlar birde şehirde yaşamışlar. Ankara’da yaşamışlar, ve bir trafik kazası geçirmişler.
HNI: Fakat bunlar bize filmde verilmiyor. Bilmiyoruz bu bilgileri.
© h. nazan ışık
Deniz Gamze Ergüven bir ara saçlarını düzeltti. Kendisi de filmdeki beş kızkardeşi hatırlattı bir ara.
DGE: Onları bilmiyorsunuz. Ben bunları aktörlere söyledim. Ama bir şekilde bunları sezebilirsiniz. Anne, baba olmadığını biliyorsunuz, ve kızlar bütün sevgiyi kendi aralarında buluyorlar. Yani, hiçbir zaman onların üstündeki kuşaga yönelik kendilerini sevdirme çabası içinde değiller. Bir de babaanneye 5 tane kızın fazla geldiği. Yani o tip şeyler. Bu kızlar zaten o köyde doğmamış, büyümemişler. Yani ebediyyen bir yabancı gibiler, hem de trajedi yaşamış çocuklar olarak oynasın, etsin, yapsın gibi bir şekilde yaşamışlar. O yüzden yani böyleler.
Ben size şimdi aile hikayemi anlatsam, Türkiye’deki hiçbir aile hikayesine benzemiyor. Yani hiçbirimiz aynı değiliz. Ben size filmin arka hikayesini verdiğim zaman, yani çok tipik bir aile değil ama, benim ailem yani, çok trajedi yaşamış bir aile. Büyük bir şehirden köye hareket bir çocuğun hayatında çok dramatik bir etki yaratabilir. Ve benim kızlara söylediğim şeyler meselâ, trafik kazasının tarihini veriyordum. Sonay annesini babasını kaybettiğinde 7 yaşındaydı. 7 yaşına kadar Ankara’da yaşamış bir çocuğun kulağına bir takım başka şeyler fısıldanmış olabilir. Yani anneleri ve babalarından aldıkları bir takım değerler. Ve kızlar hep büyük şehri düşlüyor, Chekhov’un “Three Sisters” gibi öyle bir yerdeyiz.
HNI: Ilk filmler genellikle otobiyografiye dayanır. Bu filmin ne kadarı sizsiniz?
DGE: Beni çok iyi tanıyan birkaç arkadaşım: “Bu film sana ne kadar çok benziyor” derler. Filmin temelindeki olayların çoğu gerçek hayattan. Mesela biz de filmin başındaki sahnedeki gibi erkeklerin sırtına binip deve güreşi yapmıştık.
Tam DGE’nin ailesiyle ilgili sorular ve bu deve güreşi olayının Fransa’da mı, Türkiye’de bir köyde mi geçtiğini sormağa hazırlanırken, biri girdi içeri ve bana ayrılan zamanın dolmak üzere olduğunu hatırlattı.
HNI: Bu beş kızkardeşten siz hangisisiniz?
DGE gülümseyerek: Selma’ya çok yakın hissediyorum bazan, çünkü sineklerden korkan, yüzüstü durmadan düşen birisi.
HNI: Hiç itiraz etmeden büyüklerin kararıyla evlenmeği kabul eden ikinci büyük kız ?
DGE: Evet. Ama bir şekilde Lâle’ye , en kücük kıza, benzeyen taraflarım da var, terlikleri ile kaçıp İstanbul’a kadar yürümeğe kalkıştığında, tabii bunu yapamadığında. Sonra bütün planları hazırlayıp, herşeyi birleştirip ona kaçma fırsatı verdiğinde bana ilginç bir şekilde sinema ilişkimi anlatıyor. Yani Mustang benin ilk filmim ama, 2. senaryom. Ve uzun süre Mustang’den önce çok uzun süre bir proje üstünde çalışmıştım. Tam Lâle’nin terlikleri ile 1000 kilometrelik yolu aşmağı niyet etmesine benziyordu. Bu proje 2006’dan 2011’e kadar süren bir projeydi.
HNI: Mustang, ilk sahnede gördüğümüz gibi kızların çok serbest olmaları, bunun sonucu özgürlüklerinin kısıtlanması, görüçü usulüyle kızları evlendirmek olayı, bakireliğin önemi, büyük kız Sonay’ın buna bulduğu çözümle erkek arkadaşı ile seks yapması, kızların gösterdiği değişik tepkiler, ve hatta amca Erol’un gece kızlardan birini ziyareti gibi çok değişik konulara değiniyor.
Sizin hedeflediğiniz seyirci kimdi? Kimlere seslenmek, ulaşmak istediniz? Kısaca kimin için yaptınız bu filmi?
DGE: Kimin için değilde niçin yaptım desek?
HNI: Cevap aynı olmaz ama…!
DGE: Ne için yaptım! Sanat tarihinde, sinema tarihinde herşeyi erkeklerin gözünden gördük bu güne kadar, ve bu birşekilde bizim perspektifimizi, bizim görüş açımızı çok çok çok daraltıyor. Bu sefer kadınların sahnede, ışığın içinde olmasına, kendi umutlarını, isteklerini kendilerinin anlatmasına ihtiyaç vardı. Yani onların sesini duyu
HNI: Son bir soru: görüşme yaptığım herkese -yönetmen, aktör, sanatcı, fotoğrafcı, politikacı, halktan biri…-herkese sorduğum son bir soru: Eğer siz benim yerimde oturuyor olsaydınız size, yani Deniz Gamze Ergüven’e ne sorardınız?
DGE: Aaah…ne sorardım? Bütün soruların cevabı var, bir eksik bilmiyorum. Ben o kadar konunun içini dışını biliyorum ki ne sorardım bilmiyorum.
Öbür yönetmenler bu soruya cevap buluyor mu?
Bir dakika, düşünmem gerekiyor.
“Filmi gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?” diye sorardım.
HNI: Cevap?
DGE: Film bir şekilde hiç kimsenin hayatına ayna tutmuyor, ama bir dolu yerde küçük yankırı şeyler var. Meselâ daha önce söylediğim gibi beni çok iyi tanıyan bir kaç arkadaşım “Bu film sana ne kadar çok benziyor.” der.
Filmi gördüğüm zaman benim hislerim bir dolu, hayatımdan bir dolu an canlanıyor. Yani gördüğüm birşeyler, yaşadığım birşeyler, yani şey dersiniz, “ işte hayatım gözümün önünden geçer.”
Sanki filmi tekrar seyreder gibi biraz daha düşündü
Bir şekilde büyük bir kısım, yani flaş halinde, bazan da küçücük şeyler, mesela Erol’un pjamali hali (filme kızların yanında kaldıkları amcaları Erol’un pijaması ile gece kızlardan birinin odasına doğru gittiği Lâle’nin gözüyle verilir) çok belirgin bir şekilde birini çağdaştırıyor, bağdaştırıyor. Yani bir dolu, bir dolu böyle küçük şeyler.
Daha çok sorum vardı sormak için, ama zamanımın bittiği hatırlatıldı tekrar. Teşekkür ettim, başarılar diledim ve ayrıldım.
Mustang 20 Kasım (20 November) da New York’da Lincoln Plaza ve IFC Center’da gösterime başlayacak.
© h. nazan ışık
Fotoğraflar © h. nazan ışık / NKENdiKEN
All rights reserved / Her hakkı saklıdır
Filmi izledikten sonra, bu söyleşiyi bir kez daha okudum. Söyleşi Benim için daha çok anlam kazandı